Gojira ile İlk Karşılaşma: Bazen Kaçsan da Kurtulamazsın

Müzik öğretmenliği okuduğum yıllar… Tarihini tam hatırlamasam da 2014’ün soğuk bir kış gününe denk geldiğini biliyorum. Üst sınıftan bir arkadaşımın çatı katındaki, nemli ve ısınma sorunu olan evinde, içinde ne olduğunu hatırlamadığım sıcak bir bitki çayı eşliğinde misafirdim. Sessizliği bozmak için açtığı müzik o anın yönünü tamamen değiştirdi. Hatta bir tür travmaya dönüştü.

L’Enfant Sauvage

Dizüstü bilgisayarın ekranında siyah beyaz bir klip dönüyordu. Küçücük hoparlörlerden yükselen o karmaşık, tiz ve agresif ses dalgaları içime işliyordu. Kapalı, karanlık bir hava, kalın ve ağır giysiler ile kışın kasveti zaten üzerimdeydi; ama bu ses ve görüntüler sanki o karanlığı bedenime mühürlüyordu. Omuzlarıma bir fil oturmuş, arkadan biri elleriyle ağzımı ve burnumu kapatmış gibi hissettim.

Ortaokul ve lise yıllarımdan metal müziğe yabancı değildim; ama bu başka bir şeydi. Müzik dağınıktı, klip iç bunaltıcıydı. İstediği olmamış bir çocuğun oyuncağını yere fırlatıp bağırıp çağırması gibi duygularımın üzerinde tepiniyordu. Vokal avazı çıktığı kadar bağırıyor ve çok sinirliydi. Gitar çok hızlı ve sürekli zayıf zamanlarda çalıyor, davulun neredeyse yalnızca zillerini duyabiliyordum. O an arkadaşımı müziği kapatması için uyaramadım. Hemen çayımı bitirip o kasvetli atmosferden uzaklaşmaya çalışıyordum. Fakat çay hala çok sıcak porselen kupa cayır cayır yanıyordu. Yine de kaçmak için ağzımı yaka yaka bardağı yarısına getirdim. Bu sırada hem iç bunalımımdan hem de çayın sıcağından vücudumda terlemenin başladığını ve suratımın, bedenimin nemlendiğini hissediyordum. Kaçmam gerekiyordu çünkü dinlediğim her saniye duygularımı daha çok hırpalıyordu.

(Siyah-beyaz L’Enfant Sauvage videoklibinden)

Ama kaçmak çözüm olmadı. Günler geçtikçe o gürültü, o rahatsız edici kasvet, zihnimin kıyısında tekrar tekrar yankılandı. Gitarı, vokal ezgiyi hatırlamaya çalışıyordum fakat olmadı. Sonunda dayanamayıp arkadaşımı yeniden okulda gördüğümde sordum: “O gün ne dinlettin bana?” Cevap GOJIRA’ydı.

Eve döner dönmez YouTube’a girdim. “L’Enfant Sauvage” karşıma çıktı. Klip tanıdıktı, tıkladım. Odamda dizüstü bilgisayara bağlı bir 2.1 ses sistemi vardı. Mario’nun kick vuruşlarıyla subwoofer yerinden oynuyordu. Arkadaşımın evinde yaşadığım kasvet yeniden içime çöktü ama bu sefer kaçamıyordum. Dinledikçe içim daha çok sıkılıyordu ama bir yandan da kapatmak istemiyordum. Çok “gerçek” hissediyordum. Anlatılması imkânsız bir duyguydu bu. Tam da Sartre ve Camus ile tanıştığım zamanlara denk gelmesi dolayısıyla “Mutluluğun geçici, kasvetin kalıcı” olduğuna dair inancım o dönem arşa çıktı.

Özgürlük, sahip olduğum tek şey/Var olma hakkım için hayatımı veririm

Hayat bir labirent ve bazen kayboluyorum/Günler geçiyor ve kendimi görüyorum/

Bir zamanlar olduğum çocuk gibi/Ve artık umursamıyorum

(Gojira – L’Enfant Sauvage)

Şunu itiraf etmeliyim ki o gün bu şarkıyı defalarca dinlediğimde bu sözleri hiç anlamamıştım. Ancak o kadar çok hissediyordum ki… Sonradan sözlerini açıp baktığımda bu durum beni ayrıca şaşırttı. Çünkü hem vokal tekniğinden hem de müzikal olarak çok dolu olmasından dolayı sözlere sıra gelmemişti. Mario’nun ride kullanımı, gitarın palm mute çalımı ve sürekli taramalar zaten o kaybolma duygusunu anlatmaya yetiyordu.

Fransız Varoluşçuluğu, Gojira ve Aktivizm

Aslında Fransız düşününe çok da uzak biri sayılmazdım. Bu karşılaşmadan birkaç yıl öncesinde Fransız Yeni Dalga sinemasına gömülmüş, Godard’ın Masculin Féminin filminden çok etkilenmiştim. Filmdeki kadın-erkek ilişkisi anlatımı, 68 kuşağının politik sancıları, Avrupa’nın savaş sonrası ideolojik kaosu, Troçkizm, Maoizm, Marcuse… Hepsi bir şekilde zihnime kök salmıştı. Dönem gençliğinin yaptığı özgürlük tartışması ismimden dolayı üzerine düşünmemi daha da derinleştiriyordu. Kendi paramı kazandığımda daha mı özgür olacaktım? Yoksa her sabah işe gitmek zorunda olduğum için daha mı bağımlı olacaktım? Peki özgürlük arttıkça bağımlılıklarımız da artıyorsa neyi tartışıyorduk?

Takılı kaldım. Aynı şarkıyı defalarca dinliyor, gün akşama dönmesine rağmen ne yemek yiyor ne başka bir şey düşünüyordum. Hayatımdaki birçok anıyı yeniden gözden geçiriyordum ama bu sefer bambaşka bir pencereden. Şimdi dönüp baktığımda, 20’li yaşlardaki birinin varoluşçuluğu ne kadar anlayabileceğini sorguluyorum elbette. O günkü duygularımı abarttığımı düşünsem de dünyaya bakışımı tamamen ters yüz etti. O karanlık dehlize hâlâ zaman zaman düşüyorum. Hatta çok mutlu anlarımın bile içine edebiliyor bu durum.

(Amazon yerli halkları ve Amazon Ormanları temalarını işleyen Fortitude – Gojira)

Gojira’yla ilk tanışma böyleydi. Merakım arttı. Bir gün The Link albümünü baştan sona açtım. Başka bir sekmede bir işle uğraşırken kulağıma bir şey takıldı: garip bir ritmik yapı, sürekli dur-kalk yapan, sayması zor ve tuhaf derecede uzun bir pasaj. Delirmemek elde değil. Meğer Remembrance parçasının sonundaki breakdown’a denk gelmişim.

“Bu mümkün mü?”, “Nasıl sayabiliyorlar?”, “Dört kişi aynı anda nasıl bu kadar net çalabiliyor?” Sorular arka arkaya sıralandı kafamda. Hemen canlı performans aradım. Stüdyoda kayıt etmişlerdir, konserlerde çalmıyorlardır düşünüyordum. Ama hayır. Aynısını canlı çalmışlardı. O an Gojira’nın müzikal kalitesine, ustalığına tamamen ikna oldum.

(Gojira soundunun kalp atışı- Mario Duplantier – YouTube röportajı)

Ekranda albüm kapağında bir ağaç vardı. Bir şeyler tuhaftı. Daha da tuhaflaşmaya başladı. Ne kuru kafalar, ne şeytanlar, ne de mistik canlılar vardı. Derinlemesine dinledikçe, Gojira’nın çevreci bir grup olduğunu, doğa ve çevre temalarının şarkı sözlerine yerleştiğini fark ettim. İlk başta hiç dikkat etmemiştim.

Ayakta durmaya çalışıyorum, ama sürekli düşüyorum/ Tüm cevapları içimde bulmaya çalışıyorum/ Ama kontrolü kaybediyorum, hayır, bu sefer olmayacak

Biz dünyanın hastalığının mirasçılarıyız/ Doğa Ana içimde çığlık atıyor/

Bedenimi hiç özgür bırakabilecek miyim/ Suçluluk ve acıdan/ Ruhum asla solmaz

Zamanla Gojira, her albümünü defalarca baştan sona dinlediğim, bana hem müzikal hem düşünsel olarak yön veren bir gruba dönüştü. Fransız varoluşçuluğunun sorgulamalarını hayatımda deneyimliyor, post-hümanist fikirlerle tanışıyor, insanın dünyadaki yerini yeniden sorguluyordum. 30’larıma yaklaştıkça daha da suskun bir insana dönüşmem de bu grubun yankısıyla iyice pekişti. Rafine zevklerin karşısında basitlik, bayağılık ve klişelerle yüzleşmek. Bunlar artık içinden çıkılmaz hale gelmişti. Belli insan kalıplarının kendilerine dayattığı ezber tespitlerle “aklını kullanma cesareti gösteremeyen” insanlara dert anlatılmazdı. Herkes her şeyin en iyisini biliyor zaten.

Bugün, bu grupla tanışmamın üzerinden 10 yıl geçti ve yüksek lisans tezimi bunun üzerine hazırladım. Başlığı şöyle:

“Çevresel İletişim, Çevresel Aktivizm ve Müzik: Gojira (Band) İzlerkitlesi Örnek Olayı”

Tez sunumumu gerçekleştirdim, küçük revizyonlarla yayıma hazır hale gelecek. Şimdi 22 Temmuz’da Küçükçiftlik Park’ta, Gojira konserinde, en önde olmak için gün sayıyorum.

Tezim yayımlandığında, bu yazıya geri dönüp “işte böyle başladı” diyebilmek için yazıyorum. Çünkü bazı karşılaşmalar sadece bir dinleme anı değildir. Bir varoluşun kökten sarsılışıdır.

 

 

©2025@metaloda
“Her hakkı saklıdır. Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz. Başka yerde yayınlanamaz.”