Pink Floyd Dark Side of The Moon albümü 2023’te 50.yılını doldurdu.. Özel dinleme etkinlikleri, Pink Floyd sergileri, 50.yıla özel basım ve box setlerle kutlandı. Pink Floyd grubunu tanıyan ve hiç tanışmamış olanlar için grubun hikayesini, yaptıkları müziği, hem Dark Side of The Moon hem de The Wall albümlerini ve şarkı sözlerini, grubun felsefesini Kilidi Açamazsan Kır Kapıyı PINK FLOYD (2020) kitabının yazarları Fatma Berber ve Sümeyra Gümrah ile konuştuk; Pink Floyd hakkında merak ettiklerinizi, bildiklerinizi ve bilmediklerinizi onlardan dinledik.
Öncelikle hoş geldiniz sohbetimize. Varlık Dergisi’nde yazdığınızı ve daha önce konser organizasyonlarında beraber çalıştığınızı biliyorum. Sizleri tanıyabilir miyiz?
Fatma Berber: Uzun bir süre Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda çalışmış olmam; müziği hayatımın bir parçası haline getirdi. Fadodan, tangoya, klasik müzikten, cazın her stiline dinlediğim, organize ettiğim yüzlerce konser; müzisyen, menajer, dinleyici ekseninde gözlemler yapmama vesile oldu. Müziği sadece konser salonunda değil; dışarda da içselleştirebiliyordum. Müzik, beni dünyadaki kaba gerçekliklerden uzaklaştırıp hakiki bir alana itiyordu. Müzik ve sosyoloji üzerine çalışmalar yapma fikri böylesi bir zeminde gerçekleşti. Disiplinler arası çalışmaya inanan biri olarak Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nde İran Sineması üzerine yazdığım tez ile yüksek lisansımı tamamladım. Ardından Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden “İstanbul’da Caz Müziği Arzı ve Kültürel Sermaye İlişkisi” başlıklı tezimle ikinci kez yüksek lisans bitirmiş oldum. Sanat içerikli pek çok yayında yer aldım. Bunlardan biri de Genç Destek Yayınları’ndan çıkan Dokuz Huzursuzla Fütürizm (2021) kitabıydı. Sizin de söylediğiniz üzere Varlık Dergisi’nde de edebiyat eleştirisi ve sanat üzerine yazılar yazıyor, söyleşiler yapıyorum. Yine ara ara Musichall, Konser Arkası dergilerinde de müzik üzerine yazılar yazıyorum. Farklı mecralarda televizyon programı, belgesel içerikleri, metin yazarlığı ve de içerik organizasyonluğunun yanı sıra; CRR Konser Salonu Program Koordinatörlüğü başta olmak üzere Aya İrini, Malta Köşkü, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde pek çok sanatsal etkinlik organize ettim.
Sümeyra ile CRR Konser Salonu’nda tanışmıştık. Tanışıklığımız boyunca sanata dair pek çok konuşmamız ve de gerçekleştirdiğimiz projelerimiz oldu. Onunla Pink Floyd’un dışında Destek Yayınları’ndan çıkan Bir Pera Masalı (2020) ve Ayrıntı Yayınları, Düşbaz Kitaplar’dan Bir Porsiyon Sanat ( 2022) kitabını kaleme aldık.
Şair arkadaşlarıma şiirden anlamıyorum dediğimde doğru yerdesin diyor ve şair olarak tanımlanmak istemiyorlar; hatta şiirlerini bile saklayanları biliyorum mahrem saydıklarından. Pink Floyd da benim için sözlerinden öte müziği ile zihnimi ve ruhumu dirilten gruplardan biridir. Sözü aşan anlamın ötesinde bir duruşu olsa da şarkılarındaki sözler de beni hep etkilemiştir. İtirazlarımda içimde hep “ Another Brick in the Wall ” çalsa da; “Set The Controls fort he Heart of the Sun”daki Rick’in klavyesi ve Nick Mason’un davulu ruhumda gezinir.
Güneşe yürüdüm ama ayın karanlığında henüz kaybolmadım!
Sümeyra Gümrah: Kendime dair anlatacak çok fazla şey yok. Hızla akan yaşamın şamatasında sanattaki oksijen odalarına sığınanlardan biriyim. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV, Sinema mezunuyum. Öğrenci iken radyo stüdyolarında, ardından bir dönem film setlerinde vakit geçirdim. Uzun yıllardır da konser tanıtımlarıyla ilgileniyorum. Fatma ile tanışmamız –daha önce pek çok kez teyet geçtiğimiz tanışmaların sonunda- CRR Konser Salonu’nda oldu. Sonrası daha maceralı bir hayat… İkimiz de birbirimizden çok farklıyız, aynı olduğumuz nokta bu hayatın kabullenmekte zorlandığımız hoyratlığı. Madem bu dünyadayız kendi sevdiğimiz şeyleri birlikte yapma kararı aldık; çünkü birlikten kuvvet doğar. İkimi zde hayatımızdaki Pink Floyd çıpalarının ortaklığını bu kitap projesiyle keşfettik. Ve sonra anladık ki etrafımızdaki “iyi” insanların geçmişinde de bir PF çıpası var. Bu kitap ikimiz için de yeniden içsel bir yolculuk oldu, kendi jenerasyonumuz için de böyle bir yolculuk olsun istedik… Yeniler için de bir fragman olsun ve PF’yi tanısınlar istedik.
Pink Floyd ile ilgili bir kitap yazma ve buna birlikte imza atma fikri nasıl ortaya çıktı? Pink Floyd tutkunuzun kökleri nerede?
Fatma Berber: Hayatta pek çok şeye karşı itirazlarımız oluyor. Ezberlenmiş güncellenmeyen kalıplara ve daha pek çok şeye karşı. Pink Floyd da duygularımızı hayata karşı duruşumuzu ifade etmemize yardımcı olan cümleler var. Hatta çoğu parça sözlere dahi ihtiyaç bırakmıyor. Bazen o notaların gücü mücadeleye devam etmemizi sağlıyor. Pink Floyd dinlemek müzik dinlemek değildi benim için. Onlar da bu müziği eğlence olsun diye yapmıyordu. Pink Floyd dinlemek bir felsefe. Öncelikli amacımız bu felsefeyi hiç duymamış olanlara anlatmaktı. Sonrasında Destek Yayınları’nın editörü Özlem Esmergül yayınevinin biyografi serisini önerdi. Biz de Pink Floyd’u yazmak istedik. Hayata karşı ilk itirazlarını Pink Floyd ile yapanlar, ilk ideolojik sloganlarını onların cümleleriyle atanlar, odalarına isyan bayrağı gibi astıkları ilk afişi Pink Floyd olanlar, onların müziğiyle isyan ettikleri hayattan uzaklaşıp yine onların müziği ile hayata tutunanlara bir hatırlatma yapmak istedik. Hayatında hiç Pink Floyd dinlememiş birinin bile henüz kapağını görmüşken zihninin fonunda Another Brick in The Wall çaldığını düşünüyorum. Kim bilir hangi okulun hangi sınıfında kışın ortasında parlayan güneşe karşı “Another Brick in The Wall” çalmıştır içimizde. Kaç kapı çarpmasıyla eş zamanlı zihnimizde yankılandı.
“Düşüncelerimizin kontrol edilmesine ihtiyacımız yok…” 1979’da Pink Floyd albümüne giren bu cümle kırk yılı devirmesine rağmen ne kadar güncel.
(Pink Floyd)
Grubu bilmeyenler için kısaca tanıtmak istersek Pink Floyd’u nasıl anlatabiliriz?
Sümeyra Gümrah: “Beyindeki serotonin ve noradrenalin gibi kimyasal maddelerin düzeyini arttıran, depresyon tedavisinde kullanılan bir müzik grubu.”
Pink Floyd için kişisel tanımım budur. Her ne kadar itiraz, karşı duruş, kızgınlık, hüzün, isyan varsa da bunu öyle yalın, zorlamasız, samimi yapıyor ki… Yanı başına kıvrılıp saatlerce bıkmadan –sakince- konuşmasını dinleyeceğim ve her konuda teselli bulacağım bir arkadaş gibi… Yanında senin gibi “ayrık” biri var ama bunu öyle şefkatli yapıyor ki kimse çıkıp onun söylediklerine itiraz edemiyor.
Bu yıl “Dark Side of The Moon” albümü ellinci altın yılını kutluyor. Kitabınızda Pink Floyd’un “The Wall” gibi başka ikonik albümleriyle beraber detaylı bir incelemesi de olan albümden bahsedelim biraz. İçindeki parçalardan, tüm zamanların en vurucu albüm kapaklarından biri olan cover artından (Storm Thorgerson). Dark Side benim Pink Floyd ismini bile bilmediğim çocukluk yıllarımda anılarımın fon müziği olarak hafızamda yer etmiş bir albümdür; bir diğeri de King Crimson In the Court of The Crimson King’dir: sanırım bunun sebebi bu iki albüme de radyo ve televizyonlarda sıklıkla yer verilmesi ve pek çok programda da jenerik müziği olarak kullanılmasıydı.
Sümeyra Gümrah: Fen ve test kitaplarımızın kapaklarında da albüm kapağının gözümüzün önünde olmasını belki buna ekleyebiliriz. Beynimizi bu şekilde yıkamış olabilirler mi? 🙂
Albüm ben doğmadan 1973’te piyasaya çıkmış ve 700 hafta boyunca aralıksız listelerde kalmış. Bu bizi 1987’ye kadar götürüyor. Bir jenerasyon bunu ninni gibi dinlemiş olabilir.
(Pink Floyd – The Dark Side of The Moon albüm kapağı)
Albümün çıkış yılı 1973, ABD ve SSCB’nin uzay yarışları, soğuk savaş ve ay yolculuklarının (1961-1975) tam göbeğinde yer alıyor. İnsanlar üzerinde büyük etkisi olan bu gök cisminin gerçek anlamını taşımanın yanı sıra, sözleriyle insanlığı eleştirip ayna tutan bu albümle ilgili çok güzel bir söz var kitapta: “Ayın karanlık yüzünü keşfe gidenler iki yüzün de karanlık olduğunu öğrenirler.” Bunu biraz açalım lütfen.
Fatma Berber: Dünyada her 12 kişiden birinin sahip olduğu, Pink Floyd’a altın çağını yaşatan The Dark Side of the Moon albümü insanın karanlık tarafını işaret ediyor. 1973 The Dark Side of the Moon başyapıt. İnsanın karanlık yanını, gölgesini anlatır. The Dark Side of the Moon, insanlığa yazılmış en büyük eleştirilerden biridir. Kadim kültürlerde Ay duygularla simgeleştirilen bir metafordu ve döngüsü önemliydi. Ay’ın değişimleri insanın ruh halini de etkiler. Dolayısıyla astroloji ile Ay arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Ay, adeta arşivleme işlevi yapan bir depo kazan gibidir. Bu anlayışa göre deneyimlediğimiz her şey, Ay’ın ceninine akar. Bu yüzden Ay duygularımızı, alışkanlıklarımızı, kısaca kişisel bilinçaltımızı temsil eder. Yani ezoterik inanca göre Ay, eski karmamız olarak adlandırılır. Hepimiz bilinçaltı duygularımızın ördüğü karmaşık bir ağ ile yönlendiriliyoruz ve bunu Ay temsil ediyor. Pink Floyd’un Ay metaforu kullanma sebeplerinden biridir bu.
Roger’ın yorumuyla kontrol altında tutmaya çalıştığımız karanlık taraf yani deliliğimiz… Görmek istemediğimiz, bilinçaltına attığımız, kendimizden de gizlediğimiz yanımız… Aslında Roger’a göre baskılar, dayatmalar, karanlık tarafın bir parçası ama bir tarafıyla bu karanlık taraf da biziz. Belki de o, iktidar biçimlerine karşı olmanın iktidarın bir parçası olmakla mümkün olacağını söylemek istiyordu. Albümün ilk parçasının adı: “Speak to Me!” Karanlık tarafı karşısına alıyor Roger ve “Konuş benimle, seni dinliyorum” diyor. Bu şarkıda karanlığımızı kabul etmenin, onunla konuşabilmenin, bu yanımızı anlayabilmenin bir imkânı vardır. “Breathe” ise sanki anne rahminden bir kopuşu imgeliyor. Şarkı, nefes, çığlık sesleri, yavaş yavaş artan kalp sesleri ile başlıyor. Doğmak ile delirmek paralel gidiyor ezgide. “On the Run” şarkısına ise hızlı bir giriş yapılmış. Kaosu, günlük hayatın içinde koşturan insanları tasvir ediyor. Sonra havaalanında bir anons geliyor kulağımıza… İşin ilginç tarafı şarkının sonlarına doğru uçağın düşüş sesini duyuyoruz. Yetişmek için koştuğumuz uçakta düşüyoruz. “Time”da ise koşullara karşı pasif insanlara zamanın önemi anlatılmaya çalışılır. Aslında müstehzi biçimde İngiltere’de yaşayan zamanın içinde kaybolan köleler eleştirilir. “The Great Gig in the Sky” ise albümün en çarpıcı parçalarından biridir. Ölüme dönüşen bir yaşamı anlattığını söylüyor Rick Wright. Parçadaki çığlık, çekilen acının sesi. “İstediğin hayat bu mudur?” diye soruyor dinleyiciye. Seçimler, başkalarının tercihleri kolektif bir bilincin yansıması değil midir? O zaman belki de aydınlık yoktur.
Baştan sona hem anlam hem de melodi bakımından soundtrack gibi akan aslında görselliği de çok güçlü bir albüm Dark Side. Tıpkı sahne şovlarında görselliği ön plana çıkararak konserlerinde bir deneyim yaratan PF gibi.
Speak To Me ile başlayan kalp atışları pek çoğumuza kendi kalbimizin sesi gibi gelmiyor mu? Gözlerinizi kapatıp sakin bir ortamda ve iyi bir hoparlörle dinlediğinizde kalp ritminizin albümden gelen atışa ayak uydurduğuna inanabilirsiniz. Ben inanıyorum en azından. Çığlık ile başlayan Breathe bir süre sonra sakin vokallerle “tamam geçti” der gibi. On The Run efeklerle anlatılan, kahramanı biz olan –çünkü sanki orada koşan benmişim gibi gelir- kısa bir aksiyon filmi gibi.
Kişisel olarak canımı acıtan ise Time! Genç yaşlarda dinlerken çalar saatlerin ilk tik takları yağmur damlası sesi gibi geliyordu, daha sonra anlıyordum onun saat olduğunu. Şimdi her farklı saati duyabiliyorum. Ardından gelen kalp atışlarını anlayabiliyorum. Sanki hızla zamanı geçen bir oda dolusu insan ve onların korkulu bekleyişleriyle başlıyor gibi… Bugün tekrar dinlediğimde zaman dursun diye o saatlerin her birini parçalamak istiyorum. Sonra sözler giriyor. Keskin, can yakıcı, gerçek… Ama yine de teselli veriyor. Gerçekle yüzleşmenin tedavinin bir parçası olması gibi…
Albüm ve albümdeki her parça hakkında sayfalarca şey söylenebilir elbet.
Fakat Roger Waters’ın albümün geçen elli yılda pek de anlaşılmadığını düşünüp yeniden yorumlaması beni gıcıklıyor. “Bırak da herkes kendi alacağını alsın” diyorum içimden. Sanırım bu yeni yorumlamayı uzunca bir süre dinleyemem. Bu bana 2+2 artık 4 değil de 5 ediyor denmesi gibi bir şey. 🙂
Şimdi söyleyeceğim cümleyi huzuru “ışık”ta arayanlar için kuruyorum: Biz görmüyoruz diye ayın karanlık yüzünün ışık almadığını söyleyemeyiz. Bu albüm pek çok dinleyen için bir aydınlanma albümü, ışığı içinde… Fakat albümün ismi tam da olmak istediğim yeri ifade ediyor; karanlık insanın kendiyle baş başa kalabildiği, kendisini dinleyebildiği ve anlayabildiği yerdir benim için.
Grubun temel taşları Syd Barrett, Roger Waters, David Gilmour herbiri nev-i şahsına münhasır tipler ve farklı yetenek ve yaratıcılığa sahip müzisyenler. Pink Floyd çok aşamalardan geçmiş, krizler ve kopuşlar yaşamış bir grup. Dave Gilmour biraz grubun harcı gibi hep birarada tutmaya çalışmış sanki. Peki herkesin farklı cevaplayacağı çok sübjektif bir soru: bu üçlüden hangisi daha çok Pink Floyd’dur sizce ve neden?
Fatma Berber: Ah! Bu sorunun cevabı kesinlikle Syd Barrett benim için. Bu grup aslında 1960’lı yılların başında kurulan bir okul grubu. Cambridge Politeknik’te mimarlık okuyan, ama mimarlıktan daha çok müzikle ilgilenen, Beatles hayranı, Rolling Stones dinleyerek geleceklerine dair düşler kuran dört yetenekli İngiliz kuruyor grubu. Grubun ilk tohumlarını ve ismini bulan da aslında Syd. Gruba isim ararken, Syd Barret, hayranı olduğu iki derin blues müzisyeninin Pink Anderson ve Floyd Council’ in adlarını alarak gruba ismini veriyor. Grubun ilk ortak çalışmaları Syd Barrett besteleridir. Yeni bir arayış içinde olan grup bestelerini Jenner’in ürettikleriyle birleştirir. Peter Jenner’ın gruptaki en gözde elemanı “İnanılmaz sıra dışı, duygularını açık eden biri” dediği Syd’dir. Pink Floyd, İngiltere müzik piyasasına 20’nci sıradan girecek ilk “single”ları Arnold Layne’i 1967’de çıkarır. Söz ve müziği Syd’e ait olan şarkı yine onun tarafından seslendirilir.
Syd Barrett benim için yalnızca müzisyen değil, bir filozof. Belki onu anlama çabamızı insanın kendi âcizliğiyle yüzleşmesi ve Lacan’cı bir imgeyle karşılaşması üzerinden geliştirebiliriz. Yaratma denilen o eşsiz hazzın pençesine düşmüş olan Syd, dahasını ararken onun da yetmeyeceğini anlamış, ilk istasyonda trenden atlamış ve arkadaşlarına el sallamıştı. Saatlerce tavana bakan, acayip yürüyüşlü bu adam; çocukluğundan itibaren ayrıksıdır. Grup arkadaşlarını da tam da bu nedenle, sıkıcı oldukları için terk etmişti. O belki de imkânsızın hayalini kuruyordu. Dünya denilen akvaryumun camlarına başını vura vura kıran, üstü başı kan revan içinde kendini yok eden bir adamdı o. Müzik ve müziğine yazdığı şiirler onun çaresiz arayışının yol arkadaşıydı. İçindeki katıksız ve coşkulu arzuyu profesyonel bir ustalıkla yönetemedi. O arzunun kendisine dönüşüp üstüne boca olmasına izin verdi. Bu huzursuzluktan beslenip sanata dönüştürme yolculuğunu da o seçmedi. İntihar etmedi ama intihar gibi bir hayat yaşadı. Aslında hayata karşı ontolojik âcizliğin dip bir acıya dönüşümünün, ete kemiğe bürünmesi; şarkı sözlerine dökülmesi gibiydi Barrett.
Her türlü ottan çay yaptığı rivayet edilen, bütün gün televizyon karşısında oturduğu söylenen Syd binlerce kişinin beklediği konsere çıkmayı reddeder. A Saucerful of Secrets, Pink Floyd’un ikinci; Syd Barrett, David Gilmour, Roger Waters, Nick Mason ve Rick Wright beşlisi olarak kaydettikleri tek albümdür.
“Bu boş yarışlar içinde koşturmamız pejmürde, sonunda ne var umurunda mı kimsenin?” Syd Barrett
Synthesizer’ın icadı, müziğe katılması ve psychedelic akım, deneysel müzik ve yeni ses arayışlarının yolunu açmış. Ünlü Abbey Road stüdyolarında grubun yolu bir başka müzik büyücüsü Alan Parsons ile de kesişmiş. Pink Floyd’un yaptığı müzikle ilgili neler söylemek istersiniz?
Fatma Berber: 1960’lı yılların başlarında ortaya çıkan bu yeni türün özgün grupları arasında Beatles, Animals ve Rolling Stones ’u görüyoruz. Özellikle Beatles, Syd’i de fazlasıyla etkilemişti. Müziklerine orta sınıf ve işçi sınıfının duyarlılıklarını taşıyan Beatles’ın temel kavramı sevgiydi. Yüz binlerce genç yaşayış tarzını, saçını, giyim kuşamını Beatles’a göre düzenliyordu. Sevgi ve barış o dönem İngiliz ve Amerikan gençliğinin imgeleri olmuştu. Amaçları; kapitalist ilişkilerden bağımsız yepyeni bir alt kültür yaratmaktı. Hippiler Beatnik’ten daha cesur ve bilinçliydi. Kötü olan, uyuşturucu kullanımına daha çok eğilimli olmalarıydı. “Psychedelic” bilince bağlı kalabilmek için sürekli eroin ve LSD kullanıyorlardı. Psychedelic anlayışı Pink Floyd’un müzik yapmasının temel felsefesiydi. Aşırı doz uyuşturucu kullanan bu hareket, yeraltı grupları oluşturup iktidar aygıtlarını sorgulamaya girişiyordu.
Altmışlı yılların ortalarında giderek yoğunlaşan rock müziği İngiltere’nin ara sokaklarındaki kulüplerde yaygınlaşıyordu. Savaş sonrası çocukları büyümüş, hem savaşın getirdiği yıkıma hem de geleneklerine bağlı bir önceki neslin muhafazakârlığına tepki göstermeye başlamıştı.
Pink Floyd elemanları 1940’lı yıllarda böylesi bir ortamın içine doğarlar. 1960’lı yıllara geldiklerinde içlerindeki bilinçdışı tepkiyi müziklerine yansıtacaklardı.
Pink Floyd albümlerindeki sözler felsefi derin tartışmalar açar zihinlerde. Onlara müzisyen mi denmeli, yoksa filozof mu orası karışık belli ki. Belki bu parçada Spinoza’nın etkisi vardır; “Time” şarkısında Heidegger’in ve en temelde Freud ve Lacan’ın psikanalitik çözümlemeleri hâkimdir. Zaten Syd’e kadar albümler rüya görme biçimleri gibidir. Bilinçaltının arkeolojik kazılarını sunar. Pink Floyd, sadece müzik yapmaz; bilinçdışından söylenemeyeni de anlatır.
Abbey Road Stüdyoları, 1972-1973 yıllarında dünyayı sallayacak, tüm zamanların en iyi sanat eserlerinden biri kabul edilecek Pink Floyd harikasının yaratımına şahit olacaktı. İnsanlığa yazılmış en büyük eleştirilerden biri kabul edilen, The Dark Side of the Moon!
Albüme dair en ilginç öykülerden biri, müzik alanında bir teknik deha sayılan Alan Parsons’a aittir. Parsons, 1972 yılında, Abbey Road Stüdyoları’nda maaşla çalışan bir ses mühendisiyken, haftada 35 sterlin karşılığında The Dark Side of the Moon’da çalışmayı kabul eder. Albümün yıllarca sürecek başarısı ona mali anlamda katkı sağlamasa da, bu albümle dikkatleri üzerine çeker. Bu ünlü progresif rock grubu Alan Parsons Project’i kurmasıyla sonuçlanır. 1973’te çıkarılan The Dark Side of the Moon 40 milyondan fazla satar ve dünyanın en çok satan rock albümü olur. The Dark Side of the Moon’un ardından Pink Floyd iki yıl stüdyoya girmeyecektir.
(Syd Barrett)
Syd Barrett ‘ın lakabı neden Crazy Diamond olmuş (Shine on You Crazy Diamond) bu sıradışı müzik adamını biraz anlatalım okuyucularımıza.
Pink Floyd nihayet kayıt için stüdyoya girmiştir. Artık gruptaki rüştünü kanıtlamış gitar virtüözü Gilmour’un soloları Roger’a yolda bıraktıkları yol arkadaşları Syd’i hatırlatır. Bu hatıraların eşliğinde Roger efsaneleşecek iki parçaya imza atar: “Shine On You Crazy Diamond” ve “Wish You Were Here.”
Kalp kalbe hâlâ karşı olduğundan mıdır bilinmez ama albüm kayıtları sırasında bir gün Syd stüdyoya çıkagelir. Hem de “Shine On You Crazy Diamond” parçasının geri vokal kaydı sırasında… Öylece…
Fatma Berber: “Benim her ne olduğumu sanıyorsanız, ben o değilim.” Syd Barrett
Asıl adı Roger Keith olan Syd Barrett, 1946 yılında Cambridge’de dünyaya gelir. Ona bu ismi mahallelerinde yerel müzik yapan davulcu Syd isimli biri olması nedeniyle çocukluk arkadaşları verir. Barrett’in esas travması on dört yaşında babasını kaybetmesiyle başlar. Bu erken kayıp onun psikolojik yapısını ciddi anlamda etkiler. Sanat ve müziğe yakın olması nedeniyle erken yaşta müzik ve resim dersleri alır. Syd’ın ilk enstümanı dört telli bir Hawai gitarı olan Ukulele’dir. Gitar çalmayı da arkadaş ortamından öğrenir. Hollering Blues isimli bir grupla çalmaya başlar ve Londra’ya gider. İşte Londra’da müzik dünyasını altüst edecek üç çocukla tanışır! Basçı Roger Waters, klavyeci Richard Wright ve davulcu Nick Mason…. Tüm şarkıların sözlerini ve bestelerini Syd Barrett yapar. Pek çok rock severe göre Barrett’ten sonra grup, David ve Roger’la devam etse de hiçbir zaman Syd’ın yarattığı etkiyi yaratamaz.
The Piper at the Gates of Dawn albümünün sekiz şarkısı Barrett tarafından yazılıp bestelenmiş, ikisi grup arkadaşlarıyla yazılmıştır. Bu albümde Syd’in şarkı sözleri şiir gibidir ve onun bilinçaltına yolculuğunun izlerini taşır. Aslında Syd Barrett bir arayıştadır, hayatın gerçeklerinden kaçmak ister. Tüm mümkünlerin dışında, tanımlanamaz, çerçevelenemez bir yerdedir!
(Syd Barrett)
Syd’in fotoğraflarına baktığınızda; bakışları içinizi titretir. Kolundan tutup kendine nasıl kıyarsın demek gelir içinizden; ama Syd gibi ruhlar için kıyımdan o hunhar katliamdan başka seçenek yoktur ruhlarını bulabilmek için. Pink Floyd’dan ayrıldıktan sonra bile yokluğu ile var olmuş; Brain Damage, Wish You Were Here, Shine On You Crazy Diamond ve Comfortably Numb şarkıları ona ithaf edilmiştir. The Wall albümünün büyük bir kısmı onun hayatını anlatır. 1975 yılında Wish You Were Here albümün kayıtları sırasında stüdyo, hüzünlü bir anıya şahitlik eder. Kayıtlar sırasında David Gilmour, Barrett için yazdığı soloyu çalarken stüdyoya kel, şişman bir adam gelir; fakat grup üyelerinden hiç kimse bu tuhaf adamı tanıyamaz. Karşılarında duran kişinin Syd Barrett olduğunu anlamaları uzun sürmez ve tüm ekip gözyaşlarına boğulur.
Yıllar sonra Harrods dükkânı önünde Roger Waters ve Syd Barrett göz göze gelir ancak Barrett elindeki torbaları atıp koşmaya başlayarak Waters’tan uzaklaşır… The Pink Floyd Story: Which One’s Pink? ( 2007 yapımı BBC belgeseli) belgeselinde Roger Waters duygulu bir şekilde şöyle diyordu. “Syd, öldüğünde ağlamamıştım; ben onun yasını çok önceden, Syd, gruptan ayrıldığında tutmuşum zaten. “ Ve bu efsanevi grubun yaratıcısı, ayrık otu, çılgın elmas, asi çocuk Syd Barrett, 2006 yılında pankreas kanserinden ölür ve düş biter.
Wish You Were Here albümündeki shine on you crazy diamond şarkıdaki gibi Syd’i anarsak…
“Hatırla genç olduğun günleri, hani güneş gibi parladığın/ Parılda çılgın elmas.”
1979 The Wall albümü de grubun en ikonik konsept albüm çalışmalarından. Alan Parker yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmış ve 1982’de gösterime girdiğinde Pink rolünde Bob Geldof yer almış. Psychedelic akımla aslında madde kullanımı, boş vermişlik ve hippi kültürü öne çıkarken, Pink Floyd aslında epeyce politik ve eleştirel işlere imza atmış. The Wall pek çok ülkede başkaldırıyı teşvik ettiği için yasaklanmış. Rock operanın ilk örneği olarak kabul edilen The Wall’dan ve anlatmak istediklerinden bahsedelim kısaca.
Sümeyra Gümrah: Pink Floyd adını hiç duymamış biri bile albümdeki “Another Brick in The Wall”un melodisini biliyordur. Bunda herkes hemfikir sanırım. Bahsi geçen rock-opera tarzını ilk deneyen isim de Syd.
Albümün hikâyesi 1977’de Animals konseri turnesinde, grup üyeleri arasındaki iletişimsizliğin zirve yaptığı dönemde başlıyor. Montreal’deki bir konser esnasında bir dinleyici tanrısal kahramanlar anlamına gelen “Demigods!” diye bağırarak sahneye tırmanmaya çalışırken Roger onun yüzüne tükürüyor. O gece seyirciyle arasına duvar örülen Roger’’da, otel odasına vardığında duvarlı bir sahne çizimi The Wall fikri oluşuyor. Hikâyenin ve müziğin bu duvarın tuğlalarını oluşturması tam dokuz ay sonra oluyor. Albüm sanki cenin olan rahimden kopan bir çocuğun hikâyesiyle başlayıp duvarın dışında kalanlarla biter. İşitsel ve görsel olarak patlayıcı olan duvar, savaşın paramparça ettiği çocukluğun simgesi gibi… Bu çocuk Pink. Pink soyut duvarları babasızlık, otoriter anne, mutsuz evlilik, ölüm belgesini imzalayan bir ülke ve hayatındaki diğer taşlarla örer. Duvar yükseldikçe ardında kalan dünya ile arasındaki mesafe büyür. Grupta, Roger’ın sürekli öne çıkmasıyla ilgili rahatsızlıklar sürerken bunu kamçılarcasına The Wall tamamen Roger’ın anlatımıdır. Anlatılan kahraman yüzde yetmiş Roger, yüzde yirmi beş Syd’den ve yüzde beş de erken yaşta kaybedilen davulcu Keith Moon’dur. Kişisel korkularla örülen duvar 2010’dan sonra yine Roger Waters marifetiyle “The Wall Live”larda insani korkulardan sıyrılır,, ülkeler arası korku ve iletişimsizliklere evrilir.
Bir konserde, albümde yer alan “Comfortably Numb” şarkısı esnasında Waters’ın arkasındaki devasa duvarı yıkması -içsel anlamda toplumun ve bazen de insanın kendi kendine ördüğü duvarlar- ve yıkılan duvarın ardından yeniden inşa edilen bir dünya örneği çok yerinde bir anlatım.
(The Wall albüm kapağı-Pink Floyd)
Bu duvardan grubun da nasibini aldığını söyleyebiliriz. Syd sonrası gruptaki iktidar savaşı bu albümle alevlendi. Roger’ın gruptaki iktidarı Dave’i rahatsız ediyordu. Aslında Dave müzik dehasıydı; Roger ise gerçek bir söz ustasıydı ama becerilerini birleştirmek istemediler. Kişinin kendine bir duvar örerek toplumdan soyutlanması, yabancılaşması ve korkularıyla baş başa kalmasını kusursuz bir müzikal şova dönüştüren Pink Floyd ekibi, ironik bir biçimde yıllar içinde birbirlerine yabancılaştılar. The Wall’daki duvarları biraz da birbirleri arasına örmüşlerdi.
1994 Division Bell albümü benim favori albümlerimdendir. İsmiyle ve sounduyla nostalji, eski günlere (belki grubun ilk zamanlarına) özlem, belki biraz pişmanlık yüklüdür bence. Sizler neler söylemek istersiniz Division Bell ile ilgili?
Sümeyra Gümrah: Adile Naşit ve Münir Özkul’un Neşeli Günler filmindeki turşu suyu kavgası gibi geliyor bu albüm. Floydianların bu albümle ikiye bölündüğü söylenir. Galiba benim gibi Gilmour’cular albümü benimseyenler tarafında kalıyoruz. Gitar ve piyano sololarıyla da pekâlâ çok şey anlatılabiliyormuş. Keep Talking de “Böyle olmak zorunda değil… Tek yapmamız gereken konuşmaya devam etmek” diyor ya bu bana kestirip atanın ve grubu dağıtanın Roger olduğu hissini veriyor.
Atom Heart Mother’daki Fat Old Sun’dan kopyalanan kilise çanı, üstüne kuş sesleri ve piyano ile açılan High Hopes buram buram geçmişe özlem yüklü. “Çimler daha yeşildi… Işık daha parlaktı… Tatlar daha güzeldi…”
Bu son parça Roger’a da açık bir çağrı gibi.
Peki müzik dünyasında durduğu yer bakımından PF’u biricik yapan şey nedir sizce? 1970’li yıllarda çocuk olan bugünün çok önemli rock müzisyenlerine de yol açmış, ilham olmuş PF. Bir aurası var grubun, sizce nereden kaynaklanıyor?
Sümeyra Gümrah: Sözleriyle, müzikleriyle, sahne şovlarıyla hepsiyle birden felsefiktiler. Onlara baktığımızda aynı bölgede yaşamış, yakın okullara gitmiş benzer hayatlar görebiliriz. Ama tek tek bakıldığında birbirlerinden farklıydılar. Özgündüler… Bu müziklerine de yansıdı. Her ne kadar Syd, Roger ve Dave daha önde görünse de grup üyelerinin hepsi birbirlerini tamamlıyordu. O veya bu gibi olmaya çalışmadan kendileri oldular. Farklı alternatifleri var gibi görünse de onların kendileri için müzik yapmaktan başka alternatifleri yoktu gibi geliyor bana. Her insanın dünyaya geliş amacı vardır. Onlar Babil Kulesi’nin yıkılmasından sonra farklı diller konuşup birbirini anlamayan insanların yeniden birbirlerini anlamalarını sağladı gibi geliyor bazen. Bunu nasıl başardıklarını gerçekten anlayabilmek de en az Babil Kulesi hikâyesi gibi efsanelerden ibaret olur.
(Kitabın yazarları Fatma Berber ve Sümeyra Gümrah Teltik)
Bir solukta okunan roman tadında kaleme alınmış “Kilidi Açamazsan Kır Kapıyı” PINK FLOYD kitabınızı Pink Floyd’u tanıyan, tanımayan, daha yakından tanımak isteyen tüm müzikseverlere ben şiddetle tavsiye ediyorum.
Sümeyra Gümrah: Teşekkür ederiz. Tüm müziksever huzursuz ruhlara:)
Metal Oda: Bu keyifli sohbetimize zaman ayırdığınız çok teşekkür ederim.
©2023@metaloda
“Her hakkı saklıdır. Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz. Başka yerde yayınlanamaz.”