Bir adamın inadı, bir grubun kaderini değiştirdi. Iced Earth; sert riffleri, epik hikâyeleri ve yıllara direnen enerjisiyle metal tarihinde kendine özgü bir evren kurdu.

Florida’nın boğucu sıcağında, takvimler 1985’i gösterirken, bir genç gitarını omzuna asmış, hayalleriyle yürüyordu. O genç, Jon Schaffer’dı. Şimdilerde adını duymayan azdır. O günlerde ne plak şirketleri tanırdı onu, ne de müzik dergileri… Sadece kafasının içinde yankılanan melodiler, karanlık hikâyeler ve bir gün anlatması gereken destanlar vardı. Schaffer için müzik bir evrendi. Daha hayatın çok başında, elindeki gitarla yalnızlığını, öfkesini, hayal kırıklıklarını ve umutlarını birer riff’e dönüştürmeye başlamıştı. Başlarda “Purgatory” adıyla çalmaya başladılar. Bar sahnesinin mütevazı köşelerinde, birkaç sadık dostun alkışları arasında yankılanan riffler, gün gelecek Avrupa’nın soğuk salonlarında binlerce insanın yumruğunu havaya kaldıracaktı. Bunun olacağına o dönem kimse pek ihtimal vermiyordu.

Iced Earth Evreni Şekilleniyor

1988 yılında grup adını Iced Earth olarak değiştirdi. Bu isim, Schaffer’ın zihninde şekillenen evrenin ilk ve en güçlü metaforlarından biriydi. Soğuk, katı, acımasız ve gerçek. Yeni isim, yeni bir vizyon demekti. 1990 yılında kendi adlarını taşıyan ilk albümlerini yayımladılar. Metal sahnesine adımlarını sert, cesur bir şekilde attılar. Henüz her şey tam yerli yerinde değildi. Albümdeki hamlık, dürüstlük ve karanlık çekicilik, sadık bir dinleyici kitlesinin kapısını aralamaya yetti. Metalin sadece hız ve teknik olarak değil, hikâye anlatımıyla da değer kazanabileceğini, ilk albümden itibaren göstermeye başladılar.

Asıl kırılma noktası bir yıl sonra geldi. 1991 tarihli Night of the Stormrider albümü, bir grubun sınırlarını zorlamaya başladığı, gövde gösterisiydi. Konsept bir albüm olarak tasarlanan çalışma, inancını kaybeden bir adamın şeytanla yaptığı anlaşma sonrası, yeryüzündeki yolculuğunu anlatıyordu. Riffler daha keskin, düzenlemeler daha derin, anlatı ise neredeyse bir roman gibiydi. O yıllarda çok az grup bu denli iddialı temalarla yola çıkıyordu. Iced Earth bu cesaretin karşılığını aldı. Özellikle Avrupa’daki metal camiasında adları yavaş yavaş duyulmaya başladı.

Ancak bu çıkış, beraberinde istikrarsızlığı da getirdi. Grubun tarihine bakıldığında neredeyse her albümde değişen bir kadro görmek mümkündür. Vokalistler, davulcular, basçılar… Her biri bir dönemin kısa ömürlü kahramanlarıydı. Bir kişi hep sabit kaldı. Jon Schaffer. Onun liderliği, kimi zaman despotlukla, kimi zaman bir sanatçının vazgeçilmez kararlılığıyla eşdeğer görüldü. Ne olursa olsun, günümüzde Iced Earth adı ayakta kaldıysa, bunda Schaffer’ın tutkulu ısrarının payı büyüktü.

1995 yılında çıkan Burnt Offerings, Schaffer’ın yaşadığı kişisel sarsıntıların, kayıpların ve içsel öfkenin doğrudan müziğe yansımasıydı. Albümdeki atmosfer o kadar yoğun ve boğucuydu ki, kimi dinleyiciler için bu albüm hâlâ Iced Earth’ün en saf, en dürüst işi kabul edilir. Özellikle 16 dakikalık Dante’s Inferno parçası, metal müzik tarihine adını yazdıracak denli büyük bir yapıt oldu. Cehennemin katmanlarını, Dante’nin izinden giderek anlatan bu şarkı, grubun epik anlatım gücünün de zirvesiydi.

Sonraki yıl gelen The Dark Saga, melodik bir dönüşü simgeliyordu. Daha kısa şarkılar, daha melodik yapılar… Ruh, öz, karanlık dokunuşlar kaybolmamıştı. Albümde, Todd McFarlane’in efsanevi çizgi roman karakteri Spawn anlatılıyordu. Anti-kahramanlar çağına selam çakan bu albümde I Died For You gibi şarkılarla Iced Earth, sadece öfkeli değil, duygusal da olabileceğini gösterdi. Avrupa’daki dinleyici kitlesi bu albümle birlikte daha da büyüdü. Çünkü burada bir yandan klasik heavy metal geleneği yaşatılıyor, öte yandan çizgi roman estetiği ve dramatik yapı işin içine giriyordu. Tam anlamıyla bir crossover albümüydü.

1998’de çıkan Something Wicked This Way Comes ise yeni bir evrenin doğuşuydu. Schaffer bu albümde sadece müzik değil, mitoloji de yazmaya başladı. Set Abominae adında karanlık bir figür, insanlığa karşı işlenmiş bir ihanetin ortasında belirdi. Bu albümle başlayan mitolojik anlatı, ileriki yıllarda Framing Armageddon ve The Crucible of Man albümleriyle genişletildi. Iced Earth artık kendi evrenine sahipti. Marvel gibi, Tolkien gibi… Hikâyeleri olan karakterleri, zaman çizelgesi, temaları… Her şey tek bir çatı altında toplandı. Bu tür bir dünyayı müzikle yaratmak, metal tarihinde oldukça ender görülen bir başarıydı.

Elbette bu yolculukta en önemli bileşenlerden biri de vokallerdi. Matt Barlow, grubun en çok özdeşleşen sesi oldu. Onun derin, tok ve duygulu yorumları, Schaffer’ın yazdığı hikâyelere can verdi. Ancak Barlow, 11 Eylül saldırıları sonrası yaşadığı içsel değişimlerle sahneden çekilme kararı aldı ve kamu güvenliğinde çalışmayı seçti. Bu boşluğu, Judas Priest’in eski vokalisti Tim “Ripper” Owens doldurdu. Teknik olarak güçlü, yüksek oktavlara hâkim bir vokalistti Owens. 2004 tarihli The Glorious Burden albümünde sergilediği performans, özellikle Gettysburg (1863) üçlemesiyle tarihsel bir anlatının müziğe nasıl taşınabileceğini gösterdi. Bu üç parça, Amerikan İç Savaşı’nı neredeyse sinematik bir biçimde işliyordu. Ancak ne olursa olsun, Barlow’un bıraktığı boşluğu herkes hissetti.

Barlow 2007’de geri döndü ve Framing Armageddon ile The Crucible of Man albümleriyle Something Wicked evreninin detaylarını genişletmeye koyuldu. Bu dönüş uzun sürmedi. 2011’de yerini Stu Block’a bıraktı. Stu, önceki iki vokalistin sentezi gibiydi. Hem Barlow’un duygusal yoğunluğuna, hem Owens’ın teknik kapasitesine sahipti. Dystopia (2011), Plagues of Babylon (2014) ve Incorruptible (2017) gibi albümlerle grup yeni nesil dinleyicilerden de olumlu tepkiler almaya devam etti.

Iced Earth Suskunlaşıyor

2021 yılı, grubun tarihinde kara bir sayfa açtı. Jon Schaffer’ın ABD Kongre binasına yapılan baskında yer aldığı ortaya çıktı. Gözaltına alındı, uzun süre gündemden düşmedi. Grup üyeleri birer birer istifa etti. Turneler iptal edildi. Projeler rafa kalktı. Iced Earth suskunlaştı. Müzikleri kaldı. Ve o müzik, her şeyin ötesinde dünya ile bir bağ kurmaya devam etti.

İşte tam bu noktada, Iced Earth’ün salt bir grup olmadığını fark ediyoruz. Onlar bir tür aidiyet duygusuydu. Gölgesinde toplanan binlerce dinleyici, Schaffer’ın yazdığı destanlarda kendi hayatlarının yankısını buldu. Ve bu, grubun yarattığı hayran kültürünün temelini oluşturdu. Özellikle Avrupa’da, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde, Iced Earth fanatikleri kendi aralarında özel etkinlikler düzenledi. Konserlere grubun karakterleri gibi giyinerek gelenler, Set Abominae dövmeleri yaptıranlar, her yeni albüm çıktığında içeriği kendi çizgi romanlarına uyarlayanlar… Bu insanlar için Iced Earth bir müzik grubundan çok daha fazlasıydı. Bir kimlikti, bir yoldaşlıktı. Belki de bir tür direniş alanıydı. Tıpkı Schaffer’ın müziğinde olduğu gibi onlar da “bir şeye karşı” var olmuşlardı.

Iced Earth dinleyicisi, müziği kulakla değil, kalple dinleyen bir topluluktu. Şarkıların sözlerini ezberlemekle kalmayıp, her bir hikâyenin anlamını deşmeye çalışan, her konsept albümde karakterlerin kaderine kafa yoran, sahnede çalan bir riff’te kendi çocukluğunu, kaybını, hayal kırıklığını hatırlayan insanlardı. Bu kolektif duygudaşlık, onları bir hayran kitlesinden ziyade, bir “cemiyet” haline getirdi.

Bugün grup resmi olarak sessiz. Schaffer’ın hukuki süreçleri sürüyor. Diğer üyeler kendi yollarına gitti. Belki Iced Earth bir daha hiç sahneye çıkmayacak. Belki yeni bir albüm hiçbir zaman gelmeyecek. Ama onlar gibi efsaneler, sona ermeden de yaşamaya devam eder. Çünkü onlar müzik değil, bir dönemdir. Bir duygudur. Bir izdir.

Iced Earth dinlerken gözlerimizi kapattık hep. Stormrider’ın rüzgârıyla savrulduk. Something Wicked’in uğursuz kehanetleriyle içimiz ürperdi. Daima o hikâyelerin içindeydik. Ve bu, unutulacak bir şey değil.

Iced Earth, bir grubun ötesinde, karanlıkla baş etmeyi öğrenmiş insanların ortak hikâyesiydi.

Mine GÜREVİN

 

©2025@metaloda
“Her hakkı saklıdır. Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz. Başka yerde yayınlanamaz.”