Matrix, Hayat ve Metal Müzik

İşe başlamanın neden “hayata başlamak” olarak da adlandırıldığını anlamakta güçlük çekiyordum. Zaten hayattayım; evet, öğrenciyim, maddi gücüm yok denecek kadar az. Günübirlik işler, yaz tatili çalışmalarıyla iş hayatının içindeyim diye düşünüyordum. Ancak 2016 yılının yazında mezun olduğumda, omuzlarımdan büyük bir yük kalktığını hissediyordum ki, biraz rahatlamak için gittiğim Kuşadası Gençlik Festivali’nde birden insanların koşuşturmaya, çadırlarını bile sökmeden kucaklayıp kaçtıklarını görene kadar…


Etrafımda koşuşturan insanlara ne olduğunu sorduğumda “Darbe olmuş” dediler. Tuşlu telefon kullanıyordum ve internete girme ihtimalim yoktu. Böyle bir günde bile hiç kimsenin aklına gelmemiş, telefonla da haber veren olmamıştı. Hazır herkes ortamı terk ederken, kalan az sayıda insanla birlikte sahildeki kumun üstüne oturup MFÖ’nün sahnesini seyrettim. Festival alanında tanıştığım insanlarla sohbet ederek, uykum gelene kadar vakit geçirdim. Sanırım o anın endişesinden ve stresinden kurtulmak için öyle bir goygoy dönmüştü ki, çok güzel bir gece geçirmiştim. Fakat o günün hayatımı bu kadar etkileyeceğini bilmiyordum.

Bütün atamalar iptal edilmişti. Zaten çok az olan göreve başlama umudum daha da ertelenmişti. Artık yapacak pek bir şeyim kalmamıştı. Hem ücretli öğretmenliğe başvurdum hem de Dokuz Eylül Üniversitesi Müzik Bilimleri Yüksek Lisans programına. İkisi birden olunca başladı koşuşturmaca. Sonra mülakat, güvenlik soruşturması derken atandım; ama yüksek lisans yarım kaldı.
Bu süreçte yaşadığım krizler de dâhil olmak üzere, aldığım dersler ve kişisel merakımdan kaynaklanan okumalar entelektüel olarak beni çok besledi. Besledi, evet; ama öğretmenler odasında ya da 7/C sınıfındaki dersimde hiçbir işime yaramadığı gibi, öğrendiklerimi, müzik zevkimi, yaşam tarzımı paylaşabileceğim kimsenin etrafımda olmaması beni daha da derin bir krize sürükledi. Kendimi giderek daha yalnız, daha yabancı hissetmeye başladım. İşte hayat böyle “başlamıştı.” Kampüste senin gibi insanlar bulmak çok daha kolaydı; fakat yaşam tarzı olarak yolunun hiç kesişmeyeceği insanlarla birlikte iş yapmak zorunluluğuyla yüzleşmek gerekiyordu.


Hâlâ daha hayata başlamanın ne olduğunu tam olarak anlamış değilim. Fatura, kira, kredi borcu ödemek miymiş? Yabancı olmak… Bu absürdlüğü yaşamak zorunda bırakan şey, zevkleri olmayan, en azından söylemlerini tartacak kadar düşünebilen insanlardan yoksun bir çevrede bulunma zorunluluğuydu.
“Hiçbir şey hakkında bu kadar çok şey bilmen ne tuhaf / Ağzın oynuyor, dudakların oynuyor / Kelimeler oluşuyor ama hiçbir anlam taşımıyor” (Death – The Philosopher)

Bence Matrix üçlemesi üzerinden Baudrillard’ın Simülakr’ını tartışmak ya da bir arkadaşınla “Abi, zilleri duyuyor musun?” diye heyecanla bir müziği paylaşmak daha hayat gibi geliyor. Herhangi bir Demirkubuz filmi seyrederken “Abi, çok sıkıcı yaa” tepkisini almanın anlamsızlığıyla yaşamın anlamsızlığı arasında bir bağ olmalı. Hani o film çekilirken insanları sıkma amacıyla çekilmiş olma ihtimali akla gelmez mi? Herkes sabah kalkıp işe, okula gitmek yerine Disneyland’e mi gidiyor? Hayat sıkıcı; eğlenceli anlar ise çok kısa ve geçici değil mi? Korku filmi seyredip korktum diye şikâyet etmenin de bir anlamı yok bence. Bu eğilimi anlıyorum. Escapism kendince tutarlı olsa da bu kaçınmanın da kendi içinde problemler taşıdığı çok açık. Zavallılığının farkında olan bu güruha tekrar geri dönelim.

Belki de insanlara, muhatap olmak istemedikleri insanlarla bir arada yaşama azmi veren şey, yalnızlığın ve yabancılığın sıkıcılığıdır. Sırf sıkıcılıktan kaçmak için kendilerine zarar verecek insanlarla bir arada durmaktan çekinmeyenlerin arabeske yönelmesi son derece normal. Kendi dramasını kendi yaratan ve bu dramanın üzerinde tepinerek acı üretip, bununla mazoşist bir ilişki kurmaya çalışanları görüyorum. Eğer böyleyse –ki bence böyle– birisi çıkıp ne kadar zavallı insanlar olduklarını yüzlerine söylediğinde bunu kabullenmekte ve anlamakta zorlanmaları, hatta o kişiden nefret etmeleri son derece doğal. Fakat acı çekmek için girdiğin yolda, acı çektiğin için ağlamanın Demirkubuz filmi izlemekten, metal müzik dinlemekten daha absürd olduğu çok açık.
“Kör inançla kuruldu / Kendine uydurduğun fanteziden miras / Duvarlara yazılmış olana gözlerini kapatıyorsun”
(Death – Crystal Mountain)

Dürtüsel bir şekilde zavallılığını reddedenlerin haricinde bir de bilerek zavallılığını görmek istemeyenler var. Onları da Morpheus’a ihanet eden Cypher’a benzetmek mümkün. Cypher, biftek sahnesindeki Ajan Smith ile görüşmesinde Matrix’in yanılsama olduğunu bildiğini fakat orada kalmak istediğini, gerçek dünyaya dair hiçbir şey hatırlamak istemediğini ve cehaletin mutluluk olduğunu söyler.
Hadi zihnimizi serbest bırakalım ve uçalım, ya da Kant’ın dediği gibi “aklımızı kullanma cesareti gösterelim.” Chuck Schuldiner, Kurt Cobain, Tom Morello gibi adamlar belki de bize simülasyonun içinde olduğumuzu ve uyanmamız gerektiğini söylemiş olabilirler. Eğer onlar Neo’yduysa, 90’lı yıllarda Akmar Pasajı’nı basan polisler Ajan Smith’ti. İnsanları uyandırmak için de metal müziği seçmişlerdi. Alışık olmayan insanların rahatsız edici bulmalarının nedenleri belki de bunlardır. Kurduğumuz hangi alarmın sesi bize güzel geliyor ki? Diğer taraftan sanat, yalnızca “güzel” olanı mı anlatmak ya da üslup olarak seçmek zorunda?
Hayata başlamanın ne olduğunu bir kenara bırakalım. Camus’ya göre, absürtlüğe rağmen hayat yaşamaya değerdir. Ama bence şöyle yapalım: Haneke filmi izler gibi yapalım. Belki 7. Kıta filminde olduğu gibi iki saat boyunca hiç ilgimizi çekmeyen bir hayat yaşarız; ama finali efsane olur.

 

Metal Oda’nın Felsefe Notu: What is The Matrix?

René Descartes, kesinliğe ulaşmak için üzerine kuşkunun şüphesi düşen ve duyularımızla erişebileceğimiz tüm çıkarımları askıya alır: Descartes’a göre, sonsuz güce sahip zeki ve kötücül bir cin pekala onu aldatmak için tüm enerjisini kullanıyor olabilir. Matrix felsefesinde ise Descartes’ın kötücül cininin yerini şeytani bir süper bilgisayar, bir yapay zeka ve onun ürettiği kod alır.

Tıpkı Spinoza’nın Tanrı’sı ya da Doğa’sı gibi, Matrix’in kodu da tözdür: her şeyi kapsayan, kendi kendisinin nedeni olan bir yapıdır  The Matrix. Baudrillard Simülakra’da “gerçekliğin ölümü”nden ve hipergerçekliğin gerçekliğin yerini almasından söz eder; Spinoza’nın evreninde her şey Tanrı’dadır (töz)— ve bu iki düşünce Matrix’te kesişir: gerçek ve illüzyon içiçe geçer.

Tam da bu noktada diyalektiğin kıvılcımını fark ederiz: çünkü Matrix’teki kod, yalnızca var olmaz; kendini bilmek isteyen bir akıldır aynı zamanda. Tıpkı Hegel’in Mutlak Geist’ı gibi, kod da kendi bilincine doğru ilerler, ilerlemek ister. Matrix’in sistemi, yalnızca veri değildir — düşünen, yansıtan, varolan bir bütünlüktür. Neo’nun uyanışı da, aslında kodun kendini fark etme sürecidir.

Matrix evreninde kodun dışında bir kurtuluş yoktur. Koddan kaçış değil, ancak onu diyalektik süreç içerisinde kapsayarak aşmak mümkündür, tıpkı savaşı sona erdirip birbiri içinde varolmaya başlayan makinalar ve insanların barışında olduğu gibi. Neo, kodu reddetmez; onu anlayarak, deşifre ederek dönüştürür. Tıpkı Hegel’in evreni diyalektik çözümlemeyle kendini geliştiren düzenli bir yapı olarak görmesi gibi, mutlak özgürlük de bu yapının üzerinde filizlenir.  Kod ile tözün birbirinin dalga boyunda titreştiği noktada, Neo kodun içinde özgürleşir. Bu Hegelci özgürlüktür ve Matrix evreni içindeki her olasılığa kapıyı aralar. – Güzin Paksoylu

 

©2025@metaloda
“Her hakkı saklıdır. Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz. Başka yerde yayınlanamaz.”

0 replies

Leave a Reply

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *