OZZY OSBOURNE’A İTHAF OLUNUR.

Geceyi yarıp gelen bir ses vardı. Ne tam çığlık, ne tam dua. İçinde binlerce yılın ağıtı, birkaç dakikalık bir şarkının ömrü saklıydı. O sesi ilk duyduğumda çocuk sayılırdım. Sonrasında yıllar boyunca nereye gitsem, ne zaman kaybolsam, hep aynı sese döndüm. Ozzy Osbourne’a…

Bugün o ses, biraz daha uzaktan geliyor. Belki de gökyüzünden. Belki de hiç olmadığı kadar içimizden.

Ozzy öldü demek kolay değil. Çünkü Ozzy yaşarken bile bir efsaneden fazlasıydı. O, zamanla yarışan bir çığlık, evcilleşmeyen bir delilik, çocuksu bir kalbin karanlıkla imtihanıydı. Ve artık, bu dünyadaki son alkışını da aldı. Şimdi sıra bizde… Anlatmakta. Hatırlamakta. Vedalaşmakta.

Black Sabbath’la başladı her şey. 1970’lerde, çiçeklerin solduğu, hayallerin ağırlaştığı bir dönemde, Ozzy’nin sesi çığlık çığlığa bir uyanış gibiydi. Doom rock dediler, karanlığın müziği… Ama bu karanlık, içinden ışık sızdırıyordu. Ozzy’nin sesiyle.

Onun sesi bir şeyleri yerinden oynatırdı. Ozzy’nin sesi, beni karanlık bir odaya sokar, o odada tek bir mum yakardı. O mumla oturur, bütün korkularımla yüzleşirdim. Müzik bitince sanki aynı kişi ben değildim.

(Genç Ozzy)

Black Sabbath’tan ayrıldı, evet. Ama hiçbir zaman uzaklaşmadı. Çünkü Ozzy, o grubun vokali değil, ruhuydu. Onun olmadığı bir Sabbath, gecesi olmayan bir şehir gibiydi.

Sharon geldi hayatına. Öyle Hollywoodvari, pırıltılı bir aşk değil onlarınki. Çamurlu, yaralı, tutkulu. Birbirlerine hem merhem oldular, hem yara. Ama hep yan yana kaldılar. Sharon, Ozzy’nin yalnızca menajeri değil, pusulasıydı. Savaşın ortasında siperdi. Ağladığında yanındaydı. Bayıldığında bekleyen… Ne zaman “Crazy Train” dinlesem, Sharon’ın sabrı gelir aklıma.

Ozzy’nin aşkı da öfke gibiydi. Kontrol edilemez ama gerçek. Bir şarkı gibi… Kırık, çılgın, ezber bozan.

(Ozzy & Sharon Osbourne)

Ronnie James Dio’ya gelirsek… Metal’in başka bir peygamberi. Ozzy’den sonra geldi. Yerini aldı demeyelim, başka bir taht kurdu kendine. İkisini hep kıyasladılar. Oysa iki farklı gezegendi onlar. Dio’nun sesi mitoloji anlatırdı, Ozzy’ninki ise kabuslardan uyanan bir çocuk gibi konuşurdu.

Birbirlerine düşman değillerdi. Belki dost da olmadılar. Ama aralarında görünmez bir saygı köprüsü hep vardı. 2007’de bir festivalin kulisinde, göz göze geldiler. Ozzy el salladı, Dio başını saygıyla eğdi.

Ozzy sahnede hep sınırları zorladı. Yaralandı. Düşüp bayıldı. Platformdan kaydı. Buna rağmen, mikrofonu hiç bırakmadı. Sahne onun eviydi. Nefes aldığı yer. “Bir gün sahnede öleceğim,” demişti bir keresinde. Kısmen öyle oldu. Ama inanın, her konserinde bir şey ölüyordu. Bir parçamız. Ve yeniden doğuyordu. Başka bir yanımız.

Onu sadece müziğiyle hatırlamayacağız elbet. Televizyondaki hâliyle, evin içinde çorap toplayan bir baba olarak, köpeğe sinirlenen yaşlı bir çocuk olarak da sevdik. “The Osbournes” dizisi bir rock yıldızını tanrılaştırmak yerine, insani hâliyle sundu bize. Garip şekilde, onu daha çok sevdik.

Çünkü Ozzy, mükemmel olmamaya cesaret eden ender insanlardan biriydi. Yaralarıyla, rezillikleriyle, utançlarıyla, isyanlarıyla… Gerçekti.

Yarasa ısırma olayı… Evet, efsane. Ama arkasında bir pişmanlık, bir utanma da vardı. 1982 Des Moines konserinde, canlı olduğunu fark etmeden ısırdığı o yarasa, onun kariyerinin sembollerinden biri oldu. Ozzy hiçbir zaman “Ne var ki bunda?” demedi. Aksine, her anlattığında biraz utanarak, biraz da gülerek anlatırdı. O yüzden sahici geldi bize. Her zaman.

Bir de güvercin vardı. 1981’de bir basın toplantısında barış mesajı vermek için getirdiği canlı güvercini de ısırmıştı. İçkiliydi. Hesapta olmayan bir içgüdü, bir anda sahneye dönüştü. Yine manşetler, yine kaos. Ozzy olmak böyle bir şeydi işte. Kaosa doğan, kaosla büyüyen bir adam.

Birmingham’daki veda konseri… Gözlerim dolu izledim. Ekrandan, uzaktan. Sanki o konserde, sesiyle bizden helallik ister gibiydi. “Mama, I’m Coming Home” çalarken gözlerimi kapadım. İçimde bir şey kırıldı. Gittiğini o an anladım. Ve sanki bir daha sahneye dönmeyecekmiş gibi hissettim.

(5 Temmuz 2025 – Back to The Beginning Veda Konserinden)

Ailesi, çocukları… Jack, Kelly, Aimée… Onlar babalarını başka türlü tanıdılar. Rehabilitasyonlar, çöküşler, kahkahalar, öfke nöbetleri… Yaşamlarında her zaman müzik vardı. Bir baba figüründen çok, bir yol arkadaşıydı Ozzy. Jack’in şu sözü geldi aklıma:
“Bana örnek olmadı. Ama kendi olmayı öğretti.”

Karısı Sharon… Onun tanıklığı olmadan Ozzy’yi anlamak imkânsız olurdu. Dedi ya:
“Kolay değildi. Ama onun kalbine bir kez girince, oradan çıkamazsınız.”

Anlayacağınız Ozzy Osbourne bir ses değildi. Bir yaşam biçimiydi. Kırık notaların senfonisiydi. Müziğin kirlenmiş, yalan söylemeyen tarafıydı. Bugün bu yazıyı yazarken, onun o çocuksu bakışını hatırlıyorum. Kafasında gözlüğü, ağzında bir cümle unutuvermiş gibi…

Dünya bir yıldızını değil, bir aynasını kaybetti. Hepimizin biraz kaotik, biraz çocuksu, biraz kırık yanını temsil eden bir aynaydı o.

Şimdi, sessizce bir Ozzy plağı koyuyorum. “No More Tears” başlıyor. Gözüm doluyor. Ve ilk defa, sessizce, kendi kendime fısıldıyorum:

“Mama, he’s coming home.”

Hoşça kal, Ozzy. Artık cennetin de bir metal vokali var. Ve biz burada, biraz daha yalnızız.

(22 Temmuz’da ölümünün ardından Birmingham şehri billboardları)

 

©2025@metaloda
“Her hakkı saklıdır. Kaynak göstermeden alıntı yapılamaz. Başka yerde yayınlanamaz.”

 

2 replies

Comments are closed.