KISS, Hard Rock tarihinde tartışılagelmiş bir grup. Müziği, makyajı, ticarete merakının yanı sıra siyasi olarak sessiz kalması eleştirilebiliyor. Başkanlığının ikinci döneminde olan Donald Trump ise en tartışmalı Amerikan başkanları listesinin başında geliyor. Kimi söylem ve faaliyetleri ırkçı olarak nitelendirilebiliyor ve Amerikan toplumunda kutuplaşmanın başlıca sebebi olarak gösteriliyor. Amerikan kültürünün ve siyasetinin bu tartışmalı iki figürünün ödül etkinliğinde bir araya gelmesi KISS, Trump ve Amerikan siyaseti-kültürü bağlamında çeşitli yorumların yapılmasına neden olmakta. Kennedy Center Ödülleri kapsamında Trump KISS’i üstün başarı ve hizmet başlıklarında ödüle layık gördü. Center’dan KISS’e yönelik açıklamada KISS’in Amerikan tarihinde Altın Plak Ödülü alan en başarılı gruplar arasında yer aldığına ve dünya çapında 100 milyondan fazla albüm satıldığına dikkat çekildi. KISS’in orijinal, kurucu üyeleri Paul Stanley, Gene Simmons ve Peter Criss’in yanısıra Gloria Gaynor, Sylvester Stallone da ödül alan isimler arasında yer aldılar.
Bir adamın inadı, bir grubun kaderini değiştirdi. Iced Earth; sert riffleri, epik hikâyeleri ve yıllara direnen enerjisiyle metal tarihinde kendine özgü bir evren kurdu.
Florida’nın boğucu sıcağında, takvimler 1985’i gösterirken, bir genç gitarını omzuna asmış, hayalleriyle yürüyordu. O genç, Jon Schaffer’dı. Şimdilerde adını duymayan azdır. O günlerde ne plak şirketleri tanırdı onu, ne de müzik dergileri… Sadece kafasının içinde yankılanan melodiler, karanlık hikâyeler ve bir gün anlatması gereken destanlar vardı. Schaffer için müzik bir evrendi. Daha hayatın çok başında, elindeki gitarla yalnızlığını, öfkesini, hayal kırıklıklarını ve umutlarını birer riff’e dönüştürmeye başlamıştı. Başlarda “Purgatory” adıyla çalmaya başladılar. Bar sahnesinin mütevazı köşelerinde, birkaç sadık dostun alkışları arasında yankılanan riffler, gün gelecek Avrupa’nın soğuk salonlarında binlerce insanın yumruğunu havaya kaldıracaktı. Bunun olacağına o dönem kimse pek ihtimal vermiyordu.

Kaıytlarını çok severek dinlediğiniz o küçük veya orta ölçekli metal grubu neden sahnede neden “çamur” gibi duyuluyor hiç merak ettiniz mi? Sebebinin yetenekle ilgisi olmamasına şaşıracaksınız.
The Yagas – Jason Bowman Söyleşisi (Metal Oda, 2025)
New York çıkışlı alternatif rock/metal grubu The Yagas, 2024 yılında metal müzik sahnesine etkileyici bir giriş yaparak kısa sürede büyük bir merak uyandırdı. Hem özgün hem de karanlık bir tınıya sahip müzikleri; sinematik yaklaşımları, folklorik kökleri ve vokalde ünlü oyuncu Vera Farmiga’nın varlığıyla birleşince ortaya benzersiz ve duygu yüklü bir sound çıktı.
Grubun ismi de bu büyünün bir parçası: Baba Yaga — Slav ormanlarının vahşi ve kadim cadısı, ne tam olarak iyi ne de tamamen kötü bir figür olarak sınırların, eşiklerin ve dönüşümlerin bekçisidir. Baba Yaga da tıpkı The Yagas’ın müziği gibi hem büyüleyici hem tehditkâr, hem lirik, hem ürkütücüdür. Bu da tam olarak The Yagas’ın hamurundaki estetik ikiliğin ifadesidir.
Bu söyleşide grubun davulcusu ve Rock Academy’nin sahibi Jason Bowman ile The Yagas’ın çıkış noktasını, yaratım sürecini, estetiğini ve geleceğini konuştuk.
New York’un ortasında, zamanla yarışmayan bir yapı durur: Chelsea Hotel. Ne tam anlamıyla bir oteldir, ne de yalnızca bir mimari anıttır. Burası, modern sanat tarihinin en bohem ve en kırılgan sahnesidir. İçinden geçen sanatçılar kadar, içinde kalan yalnızlıkların ve yaratımların da ev sahibidir.
Chelsea Hotel’in duvarları, sessizce ama inatla bir dönemin şarkılarını, şiirlerini, resimlerini ve hayal kırıklıklarını anlatır.
Patti Smith, Just Kids adlı kitabında Chelsea’nin bu benzersiz ruhunu şöyle tanımlar:
“Orası bizim küçük krallığımızdı. Hayal etmeye cesaret edenlerin sarayı.”
Stranger Things efsanesi beşinci ve son sezonuyla 27 Kasım’da Netflix’e geri dönüyor. Yapımcılar Duffer Kardeşler’in de altını çizdiği gibi beş sezonda tamamlanmak üzere tasarlanmış Stranger Things hikayesinin finali toplam üç başlık altında yayımlanacak ve bu son sezon adeta bir kapanış ritüeline dönüşecek.
1980’lerin nostaljisini Lovecraftvari bir karanlıkla birleştiren dizi, final sezonunda yalnızca Hawkins kasabasının kaderini değil, birebir tanığı olduğumuz 80’lerin tüm kültürel mirasını da son kez parlatmaya hazırlanıyor.
Guillermo del Toro’dan Frankenstein: Akıl ve Kalbin Ebedi Savaşı
Mary Shelley’nin “Frankenstein; or, the Modern Prometheus” adlı romanı (1818), Aydınlanma Çağı’nın akıl ve bilime duyduğu kör inanca karşı bir uyarı niteliğindeydi. Shelley, gotik edebiyatın bu eşsiz şaheserinde bilimin sınır tanımaz özgüvenini sorgular: yani insanın Tanrı’yı oynayarak hem doğayı hem de kalbini ve ruhunu kaybetmesini. Romanda Victor Frankenstein aklı, yarattığı “canavar” ise kalbi temsil eder: filmde canavarın anatomik eskizine ve kalp organına yapılan vurgular sebepsiz değildir. Del Toro’nun sinemasında akıl ve kalbin bu ikiliği (duality), yalnızca Franskenstein hikayesi üzerinden yeniden yorumlanmaz; duygusal olarak da ters yüz edilir.
Gothenburg Ruhu
The Halo Effect’ten Niclas Engelin ile Söyleşi
(Güzin Paksoylu – Metal Oda, İstanbul 2025)
Bazı soundlar belli bir dönemi tanımlar — bazılarıysa ötesine geçer. Gothenburg hiçbir zaman harita üzerinde bir şehir olarak kalmadı: melodiyle metal öfkenin kırılgan bir dengede buluştuğu duygusal bir coğrafya oldu..
The Halo Effect, gitarist Niclas Engelin ve grup arkadaşlarının bu özel bu yaratım alanına yeniden döndüğü bir ortam : ama geçmişi tekrar etmek için değil, onu yeni bir ışıkta yeniden sahneye çıkartmak için.
22 Kasım İstanbul konseri yaklaşırken, Niclas ile metal sahnesinin dünü ve bugünü üzerine söyleştik, müzik yaratımından canlı performansların sanatçıda yarattığı heyecana farklı konulardan bahsettik.
Folk-metal müziğin alt dallarından medieval-metal türünün öncü grubu In Extremo bu yıl otuzuncu yaşını kutluyor.
